Gönül Dicle İpekçi Web Sayfaları

8 Haziran 2014 Pazar

Hayal




    Kalın gövdeli, uzun ve yaşlı ağaçların koyu ve serin gölgeliğine kurulmuş bir hamağa uzansam, yanı başımda, dışı buğulanmış, ağzına beyaz dantel bir örtü örtülmüş bir sürahide, içine limon kabuklan rendelenmiş limonata olsa, ağaçların bittiği yerde, iri taneleri güneş ışıklarıyla bal rengine dönmüş üzüm salkımları taşıyan bir bağ uzansa. Bir guguk kuşu ötse arada bir. Başucumdaki tahta sehpanın üzerine Pardayanlar’ı dizsem, Arşen Lüpen’leri, Nat Pinkerton’ları, Jules Verne’in romanlarını. Michel Strogof’un sayfalarını karıştırsam. Kimse bana bir şey sormasa. Ben kimseye bir şey söylemesem. Gömleğim pantolonumdan taşsa. Rahip Mure’nin Günahları’nı, Adsız Köşk’ü, San Marko’nun Körü’nü okusam yeniden. Hafif hafif sallanarak, uykuyla uyanıklık arasındaki o hülyalı boşlukta dolaşsam. Günahları özlemesem, çılgınlıkları, öfkeleri, kavgaları unutsam. Annem, ağaçların arasından sessizce gelip bana baksa, ben yarı kapalı gözlerimin arasından, onu görmekten memnun bakıp sanki onu görmemişim gibi yapsam, annem limonata sürahisinin üstündeki dantel örtüyü düzeltse. Kimse ağlamasa, kimse acı çekmese. Vücudum, kendinden ve sessizliğinden memnun, göğsündeki telaştan kurtulmuş eski bir ağaç gibi yatsa. Hiçbir şey düşünmesem. Gerçekleşmesi asla mümkün olmayan hayallere bıraksam kendimi. Monte Kristo’yı okusam sonra, Uç Silahşörler’i. Biraz kestirsem, şapkaları tüylü şövalyeler, şatolar, unutulmuş bahçeler görsem rüyamda. Geçmişi özlemesem, geleceği merak etmesem, kendimi serin yaprak kokularına, güneşle ağırlaşan üzüm salkımlarına bıraksam. Dalların hışırtısını duysam yalnızca. Uzaklarda bir adam eğilip kalkarak topladığı üzümleri sepetine doldursa. Sürahiden yanımdaki bardağa limonata doldurup içsem. Pazartesi Hikâyeleri’nin sararmış kâğıt kokan sahifelerini karıştırsam, sahaflardan alınmış kitabın satırları arasında benden önceki sahibinin çizdiği çizgileri görüp onun nasıl bir insan olduğunu altını çizdiği cümlelerden anlamaya çalışsam.Hamaktan inip ağaçlara tırmanmayı geçirsem aklımdan, o ağaçlara tırmanırken duyulan sevinci hatırlasam bir daha. Bir sincap tedirgin kuyruğu, meraklı gözleriyle atlasa dallardan.
Kimse için üzülmesem, kimse benim için üzülmese. Hamağın içinde usul usul sallansam. Eşkiya Ininde’yi, Paris’in Esrarı’nı okusam. 


Unutsam başka insanları, ayrılsam onlardan, nasıl yaşadıklarını ve nasıl öldüklerini merak etmesem. Guguk kuşunun guguklarını saysam. Kapaklan solmuş o eski kitapların içine dalsam. Savaşlar, ölümler, ihanetler, kederler yalnızca kitapların içinde olsa, hayat kitapların arkasına çekilse.Kimse bana bir şey sormasa. Ben kimseye bir şey söylemesem. Kalın gövdeli, uzun ve yaşlı ağaçların gölgesinde, unutulmuş eski bir ağaç gibi yatsam, ağaçların bittiği yerde bal rengi üzüm salkımlarıyla güneşli bir bağ uzansa. Başucumda bir sürahi limonata, bir yığın eski kitap olsa. Annem arada bir gelip ne yapıyorum diye baksa bana. Usul usul sallansam hamakta.Sessiz, serin. Ve uyusam orada.

Ahmet Altan/ Karanlıkta Sabah Kuşları Syf:89-90-91

1 yorum:

  1. Ahmet Altan'ı okurdum ben. Unutmuşum! Hatırlattığınız için teşekkürler. "Kimse bana bir şey sormasa, ben kimseye bir şey söylemesem". Sıradan bir cümle ama kullanıldığı yer onu şiir gibi yapmış.

    YanıtlaSil